Sosyoloji Tutulması

Posted on Haziran 11, 2013

0


Modernitenin ve onun “zirvesini” oluşturan Aydınlanma düşüncesinin hayâlinin, fizik biliminin “kesinliğini” sosyal bilimlere getirmek ve oradan bir “yöntem” geliştirmek olduğunu söyleyebiliriz. Sosyoloji, psikoloji, toplum psikolojisi gibi sosyal bilim alanları, fizik gibi pozitif bilimlerle kurdukları ilişkiler neticesinde, fizikte olduğunu düşündükleri türden bir “ölçüm kesinliği” ithal etmek istiyorlardı.

Newton fiziği, deterministik evren anlayışını, toplumun determine edilmesinde bir “sopa” olarak kullanmak isteyen sosyal bilimlerin pek çoğuna yön vermişti. Böylece pozitivizm en hararetli yöntem olarak sosyolojinin sahasına girmişti. Ancak 20. Yüzyılın ilk yarısında fizikteki kimi gelişmelerin sosyal bilimlere yansıması da farklı olacaktı. Newton fiziğinin, atom-altı düzeydeki küçüklüklerde ve ışık hızına yaklaşan hızlarda geçerliliğini sorgulayan kuantum fiziği ve rölativistik fizik, sosyal bilimlere “post-modern” bir perspektif getirmek için kullanılacaktı. Artık kesinliğin yerine bilinemezlik; determinizmin yerine karar verilmesi imkânsız “boşluklar” ortaya çıkıyordu. Gerek modernitenin çocuğu sosyal bilimler, gerekse de moderniteye bir “itiraz” gibi olan, ama aslında onun sorunlarını tümüyle devralan post-moderniteden doğmuş sosyal bilimler aynı dertten muzdariptiler. Bir yön klasik fiziği, diğeriyse kuantum fiziği ve rölativiteyi temel alıyor ve fiziksel bilimlerden hareketle bir sosyal bilimler inşasına koyuluyorlardı. Ama her ikisi de aslında tümüyle uçucu olana bağlamıştı kendini. Hikmet ve anlamın kaybı her ikisine de aynı şiddette sirayet edecekti. Batı düşünce tarihinde sıkça görülen bir ifrat ve tefrit salınımıydı tüm bunlar.

Sosyoloji, bu salınımlar içinde yer alan sosyal bilimler içinde, en az masum olanıydı elbette. Zira bütün kritik zamanlarda, dünyayı örümcek ağı gibi soluksuz bırakan ağların “haklılaştırıcı” aktörlüğüne soyunmuş, siyaset bilimi ile girdiği gayrı-meşru ilişki ile siyaset bilimini yanlış yönlendirerek, global liberalizmin değirmenine su taşımış bir akıl tutulmasının yansıması olarak değerlendirilebilir sosyoloji. Toplumu ve onun iç dinamiklerini anlamak yerine, Aydınlanma’dan aldıkları mirasla, toplumu, ne modern ne de post-modern dönemlerde etkisini hiç yitirmemiş bir mekanik faaliyetle ve bir “yön” dâhilinde dönüştürmeye hizmet eden toplum mühendisliğinin en karanlık aktörü olagelmiştir.

Gezi Parkı olaylarını anlamak yönünde yazdığı iki önemli yazıda Yusuf Kaplan, olayların asıl arka planını oluşturan “hazcı” vakumu tarif ederken, aslında sosyal bilimlerin, o hazcılığın dümen suyu olduğunu da ima ediyordu. Alain Badiou’yu, bu yüzden bu son olayların kıvılcım şahsiyeti olarak öne çıkarıyordu. Nihilizmin, haz dışındaki her şeyi yakıp yıkan yıkıcılığının oluşturduğu vakum, içine çekmediği hiçbir değer bırakmıyor. Sadece erdemleri, değerleri, duruşları ve düşünmenin yitirilmiş biçimlerini içine alıp tüketmekle kalmıyor, aynı zamanda o hazzın değirmeninde öğütülerek oluşturulmuş yeni-dünya sosyal bilimlerinin nasıl inşa edildiğinin de ipuçların veriyor.

Özellikle twitokrasi adını verdiğimiz bir “doğrudan demokrasi” maskesi, sosyal bilimlerin yeni oyuncağı oldu son yıllarda. Sosyolojinin, yıllardır muştuladığı bu yeni fenomen, gücün, tek tek bireylerin “bireysellikleri” üzerinden inşa ettiği yeni-iktidarının, ardında gizlendiği bir maskedir sadece. Hazzın iplerini elinde tutan global liberal vahşiliğin gücünün…  Son yıllarda sosyal medya aracılığıyla yapılmak istenen “beyaz devrimlerin” hepsinin destekleyicilerinin liberal global-dünya düzeninin baş temsilcisi aktörler olması bu yüzden şaşırtmamalı bizi. Gezi Parkı meselesinde, Arap Baharı’nda ya da Ukrayna’da olup bitenlere baktığımızda, ABD ve AB’nin, Soros gibi inanılmaz karanlık küresel oyun kurucularla girdiği ilişkinin yönlendirdiği küresel bir maskeciliğin adıdır twitokrasi. Maskedir, zira gösterdiği, göstermediklerinin perdesidir sadece. Hazzın en üst düzey şehvete dönüştüğü ve bu şehvetin türlü biçimlerde yansıtılma imkânı bulduğu yeni-globalizmin yönetim biçimi hâline gelen twitokrasinin kurucu mühendisleri arasında sosyoloji en önemlilerindendir. Sosyoloji, maskeyi cilalayıp ardının hiç görünmemesini sağlamaktan sorumludur bu yeni “işbirliğinde”.

Toplumu araştırmak ve anlamak yönünde çaba göstermesi gereken sosyologların pek çoğunun, bir taksicinin dahi çok rahat anlayabileceği olayları anlamayı reddedip, akademik kelime oyunlarını ve maske cilalama zanaatının tüm imkânlarını kullanarak değirmene su taşımaya devam etmesi bu yüzden bizi şaşırtmamalı.

Bütün bu girizgâh, Nilüfer Göle’nin Gezi Olayları ve bu olaylara tepki olarak oluşan ve Başbakan’ın etrafında kümeleşen toplulukları “anlayamama” konusunda müthiş maharetinin arka planını ifşa etmek için yazıldı. Nilüfer Göle, modernitenin “birey” kavramını, tam da bir post-modern toplum mühendisinin yaptığı türden bir sığlıkta aynen devraldıktan sonra, Gezi Parkı’ndaki eylemlere “bireysel özgürleştirici” eylemler diyor. Tayyip Erdoğan’ı karşılayanlar ise bir liderin etrafında kümelenenler olduğu için, bireysel değil lidere dayalı “sokak göstericileridir” ona göre. Dolayısıyla ilkini, “özgürleştirici” olarak kutsadıktan sonra, sıra, “ne yapsa birey olamayacak olan” tu-kaka dindarın sokak eylemlerine geliyor ve onlar da öteki yakaya atılarak “özgürlük karşıtı – lider tapıcı” sokak göstericileri olarak damgalanıyor.

Dindar kesim, Nilüfer Göle’ye “taptığı” zamanlarda da söylemiştik, dünyada bir sosyologun, sosyolojinin kuruluş biçimine, yöntemlerine ve bizatihi bir bilim olarak sosyolojiye itiraz geliştirmeden, toplumu, ama özellikle dindar toplumu bihakkın anlaması mümkün değildir, diye. Nilüfer Göle, dindara yönelik bakışında, şimdiye kadar şahit olduğumuz sosyoloji-içi-sosyologlar içinde en “insaflısı” olabilir. Ama mesela o “insaflı” sosyologun, bugün nasıl bu kadar “şaşı” bakabildiğini düşünüp şaşırabiliriz. Aydınlanmanın kemirdiği bir bilim olan sosyoloji içinden konuşmanın, çoğumuza “nasıl bu kadar oryantalist ve Kemalizm’in sınırları içinden konuşulabildiği” sorusunu sordurtabilecek arka planı anlamadan Nilüfer Göle’nin ya da Nuray Mert’in, ya da falanca şahsın insaf ya da insafsızlığının nerede başlayıp nerede biteceğini anlayabilmemiz mümkün görünmüyor. Zira bu bakışı anlamanın yolu, yorumlayanların salt kişisel ihtirasları ya da olayları anlama zekâsı / kabiliyetine bakmaktan ziyade, içinde sıkıştıkları sosyal bilimler at gözlüğünün nasıl bir şey olduğunu anlayabilmekten geçiyor. Bana kalırsa Yusuf Kaplan’ın yazdığı son iki yazı, direk olmasa bile endirekt şekilde bu vahim sorunu ifşa ediyor.

Gelelim Nilüfer Göle’nin tezlerine ve bir ideolojinin tayfası olmaması kaydıyla, bindiğiniz bir taksicinin dahi çok daha derin analiz edebileceği bir meseleyi bu derece sığ sularda yüzdürmesine… Gezi Parkı’nda ve oradan hareketle tüm Türkiye’de sokaklarda olan, yakıp yıkan veya türlü haz araçlarıyla “muhalefet” eden kişilere, basitçe “modern birey” demek mümkün müdür? Modernitenin bireyi ile Yusuf Kaplan’ın son derece önemli bir derinlikte tespit ettiği, post-modern hazcı “birey” arasında epey bir fark görünüyor. İlki, modernitenin tüm sorunlarını üstünde taşıyarak bir “demokrasi” inşa ediyordu; ikincisi ise hem modernitenin çoğunlukçu zorbalığını, hem de post-modernliğin vakum oluşturan haz politikalarını üzerinde taşımasıyla artık bildiğimiz modern birey değildir. Ama Göle’nin dediği türden bir “özgürlükçülük” de söz konusu değildir burada. Özgürlükçülük denen şey, çağın kilitlediği tüm kapılar içinde kalma özgürlüğüdür sadece. Erdem yok, din yok, Allah yok, ahlâk yok, düşünce yok; sadece haz var. Hazzın çekici, onun karşısından duran bütün duruşları parçalamaya yetkili! Gezi Parkı’ndan ve bağlantılı diğer olaylardan son derece net gördüğümüz gibi, alkol almanın “direnişin” temel kalkış noktası olarak kutsanması tam da bununla ilgilidir. Hepsi tek tek kendi “özgürlüğü” için direndiği “inancına” sahip, ama aslında çağın ağlarını yeniden inşa eden özgürlüklerden başka bir “özgürlükle” işi olmayan bir anlayış bu.

Nilüfer Göle’nin, sosyolojinin dışına çıkmadan bütün bunları anlaması elbette mümkün değildi. Zira kalıpları, bizatihi, o kalıpları üreten mekanizmayı yeniden ve hep farklı yüzlerde üretmek için oluşturulmuş devasa bir makinenin çarkı olduğunu fark etmeden ve o makinenin dışına çıkmak için çaba sarf etmeden, anlaşılabilecek bir durum değil bu. Bu yüzden “kendi yanındaki” haz politikalarına hizmet eden “yekpare” kitleyi, sırf moderniteden devraldığı felçli bir birey kavramının şablonuna uyduğu için “bireysel” ve “özgürlükçü” olarak tanımlıyor. Kitle hâlinde yakıp yıksa da “bireysel özgürlükçü” onlar! Öte yandaki “kitleye” ise onları motive eden unsurların hiçbir şekilde derinine girmeye çabalamadan, yine aynı modern kavramın tutsaklığında “sokak kitlesi” ya da “liderci” olarak aşağılıyor. Zira baskıyı ya da demokrasiyi; özgürlüğü ya da tutsaklığı hep modern bir birey anlayışının ya modern ya da post-modern versiyonlarıyla anlamaya çalışmış bir at gözlüğüne sahip sosyoloji içinden konuşuyor. Bu yüzden şiirsellik yok bu dilin içinde. Bu yüzden sokaktan darbe çıkarmaya uğraşanların aksine, sokağı demokrasiye davet olarak kullanan ve çıkacak sonucu olgunlukla kabul edeceğini deklare eden, Başbakan’ına gayrı-meşru yollarla vuranların karşısına vurmadan, “sorun sokaksa, biz de sokağa çıkabiliriz” diyen sessiz kalabalığa alenen “sürü” diyor. Zımnen “ben sokağa çıkarsam demokrasi ve özgürlük; sen çıkarsan faşizm” diyor.

Bu zihin tutulmasıdır evet ve özelde bir sosyolog olarak Göle’nin, genelde de Türkiye sosyal bilimler akademisinin kapasitesi hakkında da fikir verir. Ama sadece bir kapasite sorunu değildir bu. “Sosyoloji tutulması” diye tanımlayabileceğimiz bir hastalığın en görünür çıktılarından birisidir bu. Zira sosyoloji, kuruluş biçimi, amaç ve yöntemleri gereği sadece “modern” ve onun “aktarıcı bir nihilist versiyonu” post-modern “bireyin”, halkı manipüle etme amacıyla kullanılmak için icat edildiği bir “bilimdir”. Bu yüzden “dindar kulu” anlayamaz sosyoloji. Kulluk denince hep aşağılayıcı cümleler kullanmaları ve kulluğu özgürlüğün tam zıddına konumlayacak kadar cahilleşmeleri bundandır.